Ahmet Aydemir - Türkçe Sayfalar

 

        Ana Sayfaya
   

HABERLER

  Deutsche Version
Kişisel Bilgiler
Projeler
Diğer Uğraşılar
Fotoğraflar
Video - Animasyon
Haberler
Ziyaretçi Defteri
Dış Bağlantılar
 
ahmet.aydemir@rub.de

 

 

 

 

Bochum, 19.01.2006

 

 

 

BİR ÖĞRENCİNİN MEKTUBU - YÖK ÜNİVERSİTELERİNİN BAZI SORUNLARI VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ

 1993'te Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde yüksek lisansla ilgili çalışmalarımı yürüttüğüm sırada Klasik Arkeoloji Bölümü'nde (o zamanlar anabilim dalı) 1 veya 2 kişilik asistanlık kadrosu için duyuru yapılmıştı. Başvuruların ardından o zamanki yönetmenliğe göre bölümün yaptığı yabancı dil ve bilim sınavlarını aşmak gerekiyordu. Tıpkı yüksek lisans girişinde olduğu gibi, dil sınavı baraj niteliğindeydi; bilim sınavına girebilmek için bu sınavı geçmek gerekliydi. Ne de olsa benzeri bir sınavı daha önce yüksek lisans yapabilmek için geçmiş olduğuma göre benimle aynı durumda olan diğer meslektaşlarımla ben de şansımı deneyebilirdim.

Buna karşılık başta dil sınavı olmak üzere bu iki sınavı geçemeyeceğimin bilincindeydim. O zaman üniversitelerin kendi bünyelerinde oluşturdukları jürilerin yaptıkları sınavlar daha çok formalite niteliğindeydi. Sınav jürisini oluşturan öğretim üyeleri doğal olarak kimin alıncağına baştan karar vermişlerdir; sınavlar yalnızca "kimin alınmayacağını belirlemek" ve "onlara neden alınmadıklarına dair inandırıcı bir gerekçe oluşturmak" için yapılırdı. Böylece karar verenlerin bir tür  "adil davranma duygusu yaşamaları ve yönetmenliklere uygun davranmış olmaları" sağlanırdı. Böylece vicdani ve hukiki itirazlarda engellenmiş olurdu. Zaten aritmetik olarak her başvuranın sınavı geçemeyeceği de bellidir. Burada belli olan bir şey daha vardı, kazanacaklar jüriyi oluşturan öğretim üyelerinin çevresinden "kulübünden" birileri olurdu. Ben kesinlikle bu çevreden veya kulüpten biri değildim; benim tez danışmanlığımı yapan doçentin jüri üyeleriyle arası hiç iyi sayılmazdı.

Nitekim beklenilen oldu. Yabancı dil sınavını veremedim; zaten sınavda sorulan metin o zamanki İngilizce seviyeme göre zor bir metindi ve yaptığım çevirinin geçer not almayacağını biliyordum. Bu sınavı geçip te bilim sınavına girseydim her şeyi eksiksiz yapsam da asistanlık kadrosunu kapamayacağım da bana malum olan bir başka konuydu. Bu malum sonuç diğer elenenler açısından da aynıydı.

Peki bu sınava neden girmiştim?!

Bildiğim bir şey varsa o zamanki YÖK üniversitelerinin temel öğretim anlayışı ve bu bağlamda geliştirdikleri akademik kadro belirleme yöntemleri aşağıdaki mektupta anlatılmaya çalışıldığı üzeri üniversite ruhuna uygun ve sağlıklı sayılamayacak bir yapıdaydı. Dört yıllık lisans artı bir yıl yüksek lisans döneminde bu sağlıksız havayı teneffüs ederek geçirmiştim ve kimse biz öğrencilere hiç bir zaman dönüp te olup bitenler ve onlar hakkında ne düşündüğümüzü ne durumda olduğumuzu sormamışlardı; hiç bir zaman ürünleriyle yüzleşmek istememişlerdi. Nihayet elimize birer diploma tutuşturup salıverilmiştik.

Üniversitenin etimde kemiğimde hissetiğim çarpık yanlarını yukardaki ilgililere duyurmak; onları bu durumla yüzleştirmek istiyordum; fakat bunun için biraz provake edilmem; bu çarpıklıklardan birinin dolaysız bir kurbanı, bir başka değişle tarafı olmam gerekiyordu. İşte bu araştırma görevlisi sınavına girerek, kendimi YÖK seri üretim bandından onun acımasız dişlileri arasına atarak isteğimi gerçekleştirmiştim.

Sınavı kazanamadığıma dair resmi yazıyı alınca oturdum daktilonun başına, bir çırpıda kaç yılın birikimi olarak içimde ne varsa döktüm kağıda. O zamanki Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Anabilim Dalı'ndaki öğretim üyeleri başta (biri dışında) olmak üzere Edebiyat Fakültesi Dekanı'na ve Ege Üniversitesi Rektörü'ne 3 sayfalık birer mektup olarak gönderdim.

Hakkını vermek gerek, bu mektubu ciddiye alarak benimle bunun üzerine konuşmak isteyen tek kişi o zamanki Ege Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Refet Saygılı oldu. Bölümden beni sorarak görüşmek istediğini söylemişti. O zaman Foça'daydım ve çağrıyı duyunca ilk fırsatta gidip görüştüm. Görüşmenin özeti, Prof. Dr. Refet Saygılı yazdıklarımın doğru olduğunu; bunun için üniversitede köklü reformlar gerektiğini söyledi.

O gündür bugündür elim kulağımda YÖK'ten öğretim sisteminde köklü reform yapıldığına dair bir şey duymadım. Bildiğim en önemli yenilik akademik kadrolar ve lisans üstü öğrenim için yapılan yabancı dil sınavlarının ÖSYM tarafından yapılmaya başlanarak merkezileştirildiğini ve buna bir de genel amaçlı yine merkezi Kamu Personeli Yeterlilik Sınavı (KPDS) eklendiğini duydum. Duyduğum bir başka gelişme de doktora aşamasında sosyal bilimlerde doktor adaylarına tıpkı lisans döneminde olduğu gibi ders alma zorunluluğu getirildiğiydi. Kanımca 1980'li yıllarda YÖK ve onun yönetmenlikleriyle biçimlenen üniversitelerde görece bir takım küçük iyileştirmeler yapılmış olsa da işin özünde değişen bir şey olmamıştır.. Üniversitelerimiz öğretim anlayışı yönünden ağırlıkla lise düzeyindedir. Bu bağlamda verilen diplomaları tartışmaya açmak niyetiyle değil; fakat teorik zeminde bu sistemden yetişen mezunların ancak küçük bir bölümünün özel koşulları sayesinde elde ettikleri kazanımlar ve ortalamanın çok üzerinde sarfettikleri kişisel çabaları ve yetenekleriyle gerçek bir üniversite mezunu sayılabilecekleri söylenebilir; bu en azından kişisel olarak doğrudan gözleme imkanı bulduğum sosyal bilimler ve edebiyat ağırlıklı bölüm ve fakülteler bakımından geçerlidir. Üniversitedeki öğrencilik yıllarımdan bugüne birşeylerin değişip değişmediğinin yada nelerin yerinde saydığının belki de daha geriye gitip gitmediğinin anlaşılabilmesine katkısı olabilir düşüncesiyle 1993 Mayıs ayında Ege Üniversitesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyelerine, Edebiyat Fakültesi Dekanı'na ve o zamanki Rektör Prof. Dr. Refet Saygılı'ya hitaben yazdığım mektubu (elimde yalnızca tarihsiz bir kopyası kalmış) bir kaç imla ve yazılım hatasının düzeltilmesi dışında aynen veriyorum.

Mektup:

Bornova - İzmir  1993

'"Bu mektup ile size üniversite içindeki uygulamalarda gözlediğim bir dizi eksiklik ve çelişkiden söz edeceğim. Bu işi böyle bir yazıyla yapıyorum, çünkü üniversitemizin yönetim kurullarında öğrenci temsilcisi bulunmamaktadır. Böyle olunca da üniversitede yapılan herhangi bir uygulamada (Dersler, sınavlar, bilimsel etkinlikler v.b.), uygulananın amacına ulaşıp ulaşmadığını ve öğrenciler için ne ifade ettiğini anlamak mümkün olmamaktadır. Hele de üniversite bünyesindeki faaliyetlerin büyük bölümü öğrenciler üzerine kuruluyken öğrencilerin görüşüne yer verilmemesi, uygulananları kör ve topal bir hale getirmektedir. Görüldüğü gibi üniversite yönetiminde öğrencilerin söz hakkının olmaması önemli bir eksikliktir.

Şimdi öğretim sistemimize değinip biraz daha ayrıntıya ineceğim. Öğretim sistemimize hakim olan anlayış, öğrencilere öğretim üyeleri aracılığıyla çeşitli bilgiler aktarmak ve bu bilgilerin öğrenciler tarafından öğrenilmesin! beklemek şeklindedir. Fakat ders anlatanların üst sınıflarla yaptıkları derslerde sıkça karşılaştıkları bir problem vardır: Öğrencilerin unutkanlığı. Öğretim üyeleri rastlantı sonucu ya da bilinçli olarak geçmiş dönemlerde anlattıkları konularla ilgili bir soru gündeme getirdiklerinde, öğrenciler kitlesel bir suskunluğa girmektedirler. Unutkanlığın bir diğer göstergesi de, üniversite sonrası lisansüstü ya da meslek sınavlarından çoğu öğrencinin başarısız çıkmasıdır. Halbuki  bu öğrenciler derslerinden geçer notlar almışlar ve üst sınıflara geçmişlerdir. Bunların içinde oldukça yüksek notlar aldıkları için üstün başarılı sayılanlar da vardır. Peki bu suskunluk nedendir? Niçin anlatılan onca şey boşa gitmektedir?

Bu soruların temelinde ezberciliğe dayalı öğretim anlayışı yatmaktadır. Derslerde anlatılan bilgilerin akılda tutulmalarının nedeni bir öğrenme arzusu ya da bilime olan merak değildir. Bilgilerin sınavlar yoluyla geri istenmesi, öğrenciyi yararcı bir seçim yapmaya; derste anlatılanları ezberleyerek geçer ya da yüksek not almaya yönlendirmektedir. Geçer notu alıp sınavı atlatan öğrenci için  ezberlenen bilgiler işlevini tamamlamaktadır. Sırada dikte edilen ve ezberlendiğinde bir sınavı daha geçmeye yarayacak bir sürü bilgi olduğundan, geçmiş bilgileri tekrarlamak zaman kaybı olmaktadır. Böylece öğrencilerin unutkanlığı sürüp gitmektedir.

Zaten mesleğe atılan biri için üniversite sıralarında ezberlenen bilgiler işlevini tamamlamıştır, işe yaramamaktadır; çünkü herhangi bir konuda araştırma yapmak istendiğinde, araştırmacının başvurduğu kaynak ders notları ve hafızası değil, ilgili bilimsel yayınlardır.

Yukarıda değinilen sorunlar ancak araştırmacılığa yönelik bir öğretim sistemi getirilerek aşılabilir. Bunun uygulamadaki görüntüsü, öğrencilere seminerler hazırlatmak şeklinde olabilir. Seminerle uğraşan öğrenci bir bilim adamının yaptıklarım az çok yapar. Sosyal bilimlerde bir araştırmanın ilk aşamalarından olan bilgi toplama işini yapan öğrenci, seçtiği konu ile ilgili pek çok yayını incelemek zorundadır. Üniversiteye gelmiş biri bu yayınların çoğunu anlayacak kapasitededir. Buna  rağmen anlaşılamayan yerler olsa bile, bu durum onu anlaşılamayanı anlamak üzere harekete geçirecektir. O zaman da yapılacak şey ya başka yayınlara ya da öğretmekle görevli kişilere başvurmaktır. Bu aşamada öğrenmenin nedeni sınavlar gibi yapay bir zorlama değil, bir araştırmayı tamamlamak için doğal bir gereksinimdir; ezbercilik değildir.

Seminerin yararı yalnızca öğrenme ile sınırlı değildir. Öncelikle, bilimde temel uğraşı olan araştırma işini doğal bir edim haline getirmektedir. Bunun yanında öğrenci, öğretimle görevli kişilerin bakış açılarının boyunduruğundan kurtulup bilim ve bilgi alanında kendine özgü arayışlara girip yeni buluşlara yönelebilecektir. Semineri sunarken yaratılacak tartışma ortamı, öğrencinin eksiklerini daha iyi anlamasını sağlayacak ve hem bilgi birikiminde hem de kişiliğinde yapıcı etkide bulunacaktır.

Yukarıdakilere ek olarak, seminer hazırlama gayretiyle araştırma yapan öğrenci, öğretim üyelerinin derste anlatabileceğinden daha fazla bilgiye dolaysız olarak ulaşabilecektir. Bunlar arandığında nerede olduğu bilinen, bir dayanağa sahip bilgilerdir. Ayrıca öğrencinin kendinin yürüttüğü, her adımına kafa yorduğu çalışmasının en azından ana çizgilerin! unutması çok zordur.

Yararı biliniyor olmalı ki öğretim üyeleri zaman zaman öğrencilere seminer hazırlatmaktadırlar; fakat dersler öğrencilerin araştırmaya ayırabilecekleri vaktin büyük bölümünü aldığından seminerler ek bir yük olarak algılanmaktadır. Yani seminere ağırlık kazandırırken ders ve sınav yükü hafifletilmezse sonuç istenilen şekilde olmayacaktır.

Kuşkusuz yüksek öğretinin sorunları yalnızca araştırmacı ve ezberci öğretim teknikleri arasındaki çelişki ile açıklanamaz. Öğrencilerin yabancı dilde yayınlanmış eserleri anlayabilmeleri için yabancı dil öğretimine ağırlık verilmeli, öte yandan araştırmacının ihtiyaç duyduğu yayınlara kolayca ulaşabileceği şimdikinden daha zengin bir kütüphane oluşturmalıdır.

Bu mektupta değinmek istediğim bir problem de Araştırma Görevlisi (Ar. Gör.) kadrolarının tespiti için yapılan sınavlardaki çelişkilerdir. Öncelikle yabancı dil sınavlarına değinmek istiyorum. Yukarda değinildiği gibi yabancı dil bilmek yabancı kaynakların anlaşılması açısından önemlidir; fakat bu demek değildir ki mükemmel bir yabancı dil olmadan bilim ve araştırma yapılamaz.Yabancı dil sınavının Ar. Gör. kadrolarının tespitinde baraj olması bazı sakıncalar taşımaktadır. Öncelikle, sınava gireceklerin uğraştığı bilim dalı ile ilgili tecrübeleri ve birikimi tamamen ikinci plana atılmaktadır. Sınavı kazananların ise bilime yapacakları katkı rastlantıya kalmaktadır.

Diğer taraftan sınav biçim olarak ta yanlıştır. Sınavda 200 kelimelik bir metin verilmekte ve iki saatte çözülmesi beklenmektedir. Bir çevirinin süresi, metin içindeki bilinmeyen kelimelerin oranıyla ilgilidir. Sınava girenler o güne kadar, verilen metinle ilgili çeviri yapmamışlarsa doğal olarak verilen süre içerisinde çeviriyi tamamlayamayacaklardır. Fakat bu durum o kişile­rin çeviri yapamayacakları anlamına gelmez.

Nitekim fakültemizin Klasik Arkeoloji Anabilim Dalı'nda son yapılan Ar. Gör.  sınavında bu durum acı şekilde yaşanmıştır. Sınava girenlerin hepsi yüksek lisans veya doktora yapmak taydılar. Her biri daha önce yüksek lisans ve doktora için yapılan dil sınavlarım geçmişlerdi. Bazı öğrenciler oldukça yüksek notlar almıştır. Hatta bir doktora öğrencisi daha önce açılan Ar. Gör. dil  barajını geçmiştir. Acaba bir felaket mi oldu da bu insanlar çeviri yeteneklerini mi kaybettiler? Hayır, hiç te öyle değil... öncelikle her aday hala bir konuda tez hazırlamakta ve bunun gereği olarak ta çeviri yapmaktadır. Bazıları da yalnızca sınavına girdiği dilden değil, başka dilerden de her ne kadar saatte 100 kelime değilse bile çeviri yap­maktadır. Yani şu andaki dil sınavı araştırmacının çeviri yeteneğini anlamak için yeterli bir ölçü değildir.

Üçlü bir jüri tarafından düzenlenen bilim sınavına gelince, hiç kuşkusuz bu sınav ezberci öğretim tekniğim, benimsemiş üniversitemiz açısından garip görünmemektedir. Oradan buradan esinlenmiş üç - dört soru ile kişilerin bilimle ilgileri ölçülmektedir. Acaba bir değişiklik yapılsa da jüri üyeleri sınava alınsa ve onlara herhangi üç - dört soru sorulsa, uzmanlık alanlarının dışında kalan sorulara yeterli yanıt verebilecekler midir? Eğer yanıtlar yeterli olmaz ise bilimde yetkin olmadıkları sonucuna mı varılacak?! Elbette hayır. Bilim böyledir; onunla uğraşanlar uzmanlaştıkları alanlar dışında her an ahkam kesmek zorunda değildir. Kimsenin öğretim üyelerimizden böyle bir şey istemeye hakkı yoktur. Biz onları bugüne kadar yaptıkları araştırmalarla, bilime yaptıkları ve gelecekte yapmaları beklenen katkılarla değerlendiriyoruz. Bilim­sel olan değerlendirme de budur. Ar. Gör. tespit jürisinin de adaylara bakış açışı bu olmalıdır.

"Sınava girecek adaylar daha yeni sayılırlar, onların bilime katkıda bulunmuş olmalarım bekleyemeyiz" denebilir. Diplomayı yeni almış olmak, adayın o bilim dalında hiç bir şey yapmamış olduğu anlamına gelmez. Örnek vermek gerekirse: Sözü geçen bölümde son yapılan Ar. Gör. sınavına giren adayların li­sans veya yüksek lisans tezleri vardı. Her biri şu anda bir konuda tez hazırlamaktaydı. Bu durumda adaylara, hazırladıkları ya da hazırlamakta oldukları tezin niteliğini ortaya koyacakları sorular sormak onların bilime olan ilgilerini anlamak açısından daha yararlı olacaktı. Sormanın yanı sıra, mevcut çalışmalar da doğrudan incelenebilirdi.

Bu olguların dışında, araştırmaya dayalı bir öğretim sistemi yerleştirildiğinde, öğrencilere seminerler yoluyla kendilerini ortaya koyma fırsatı verilecek, böylece kadroların tespitinde bir anlık ezbere değil, seminer gibi bir sürece ve emeğe dayalı daha somut kriterler oluşturulacaktır. Bu kriter­lerden oluşturulacak ortak puan ile baraj olmaktan çıkarılmış yabancı dil sınavından alınacak puan belli oranlarda toplanarak daha sağlıklı tespitlerde bulunulabilecektir.

Sonuç olarak unutulmamalıdır ki, üniversitemiz öğrencilerini gerçek anlamda başarıya götürecek sistemleri araştırmak, geliştirmek ve uygulamak zorundadır. Bu konuda yapılacak ilk iş, şu anda uygulanan sistemin amacına ne kadar ulaştığım kontrol etmektir. Bu yapılmazsa var olan hatalar zamanla üniversitelerimizi işlevini gerçekleştiremez duruma sokacaktır.


Ege Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü Klasik Arkeoloji Anabilim Dalı Yüksek Lisans Öğrencisi               

Ahmet Aydemir (imza)

Bornova / İZMİR"